Yönetmen:
Tim Burton
Tür:
Fantastik
Yapım:
ABD 1990 105 dakika
Oyuncular; Johnny Depp, Winona Ryder, Dianne Wiest, Anthony Michael Hall
Kısaca Konusu: Edward bir insan tarafından yaratılmış fakat bitirilememiştir. Tamamlanamayan elleri yerinde, büyük makaslar vardır. Edward garip görüntüsü ile dev bir şatoda yaşarken onu fark eden bir kadın kendisini yanına alır ve kasabasına getirir. Önceleri iyi giden işler, yavaş yavaş değişecek, Edward için baş etmesi zor olaylar meydana gelir.
Gotik Bir Usta
Tim Burton, sinemanın en nevi şahsına münhasır kişiliklerinden biri kesinlikle. Zor geçen çocukluk ve gençlik dönemlerinin ardında sinemaya tür olarak animasyonla başlar. Çeşitli animasyon filmlerde kamera arkasında görev alır ardından kendi animasyon filmini yapar ve sinemaya atılır.
Gotik atmosferleri sinemaya taşıyan ve hemen her filminde farklı, masalsı bir dünya anlatan Burton "Makas Eller" filmi ile kendisine en yakın filmlerden birini kotarır. Edward'da kendi yaşamının bir parçası gibidir, tuhaf bulunan, iletişim kurmakta zorlanan, toplum tarafından garipsenen. Bu nedenle "Makas Eller" Burton sinemasında önemli bir halka olarak yerini alır.
Tuhaflığın Hüzünlü Öyküsü
Siz bakmayın başlığın "Tuhaflığın Hüzünlü Öyküsü" olduğuna. Çünkü neredeyse orada tuhaf olmayan tek karakter Edward. Doğrusu görünümünü bir yana bıraktığımız an Edward, saf halleri, sevgi anlayışı, bağlılığı gibi hususlarla yaşamını idame ettirmeye çabaladığı kasabanın diğer insanlarından çok daha normal.
Bu bir ikilem olarak yansır filme, pek tabi Burton görsel açıdan da durumu bize yansıtır. Edward garip görünüşlüdür, gri tonların, kasvet, gotik atmosferin hakim olduğu bir tepede, kocaman bir şatoda yalnız başına yaşar. Aşağıda ise durum tersinedir. Kasabada yaşayanlar, normal görünen, rengarenk bir atmosferde yaşayan, topluluk oluşturan insanlardır.
Noel Endişesi
Noel kıyısından köşesinden bir Burton filmine bulaştığı an, o bile hüzün verici olabiliyor. "Makas Eller" filminde de aynı şey geçerli. En önemli dramatik olaylar, noel arefesi ve noel gecesi gerçekleşir. Burton, bu anlar için harika bir görsellik kurarak filmin en göz alıcı sahnelerini yaratır.
Son Söz
Harika bir Burton filmi, Jonny Depp'in iyi performansı, masalsı bir dünya ve tuhaf olgusunu yeniden irdelemek için "Makas Eller" doğru adres...
10 Üzerinden 8.
Les Quatre Cents Coups(400 Darbe)
Yönetmen
François Truffaut
Senaryo
François Truffaut
Oyuncular: Jean-Pierre Léaud, Claire Maurier, Albert Rémy
Kısaca Konusu: Antoine okul ve ev hayatında zorluklar yaşamaktadır. Yaptığı basit bir eylemden ötürü öğretmeni tarafından cezalandırılır. Ertesi gün ceza olarak verilen ödevi yapmadığı için arkadaşı Rene ile birlikte okulu kırar. Gezintileri sırasında Antoine annesini başka bir adamın kollarında görür.
Sinema Yazarlığından Yönetmenliğe
Truffaut sinemaya tutkun bir isim olmuş hep. Beyaz perdenin büyülü dünyasına kendini çabucak adapte eden, çocukluğunda okuldan kaçıp sinemaya giden tiplerden. Gerçek hayatın tutucu dünyasının yedinci sanatla farklı dönemeçlere girdiğini düşünen. Gözleri irileşerek izlediklerini bir bir kafasına kazıyan. Yaşam öyküsüne biraz girdiğinizde, canlandırdığınız kimlik bu Truffaut hakkında. Hal böyle olunca, Fransız Yeni Dalga akımının öncülerinden birisi olması hiç şaşırtıcı gelmiyor insana.
Tüm bu sinema sevgisine rağmen, Truffaut bir süre sadece sinema yazıları yazmakla yetindi. Sonrasında ise yirmi altı yaşında ilk filmi olan 400 Darbe (Les Quatre Cent Coups) filmini çekti. Bu ilk film kendisine Cannes'da En İyi Yönetmen ödülünü getirdi.
Otobiyografik Bir Film
400 Darbe Antoine Doinel çerçevesinde çocuk olmanın sıkıntıları, heyecanları, aile ve okul ilişkilerini bize aktarır. Aslında bunu yaparken Truffaut'un yaşamından da kesitler sunar. Film biçimsel yeniliği ile öykü anlatımında karakterleri ön plana çıkarır. Hemen hepimizin tanıdığı, bildiği insanlarla kurar dünyasını. Otorite meraklısı bir öğretmen, çocuğunu anlamaya çabalamayan ebeveynler.
Kamera Antoine ile birlikte dolaşırken bize kendimizi onun arkadaşı olma fırsatını tanıyor. Yaptığı bazı ufak numaralara göz yumuyoruz, Antoine kadar heyecanlanıyoruz, öfkeleniyoruz. Neredeyse, en yakın dostum Rene'den bir farkımız kalmıyor.
Güçlü Bir Final
Bir noktadan sonra Antoine Rene ile birlikte denize ulaşmayı amaçlıyor. Okula gidemezler, eve de, buralarda kendileri için bir şey yok. Bir insan, bir tutku, bir dost...
İşlerin ters gitmesine rağmen Antoine yalnız başına denize ulaşabiliyor. Truffaut bu andan sonra bizi, filmin çıtasını yükselten final sahnesi ile baş başa bırakıyor. Sonsuzluk, dinginlik, dokuz yaşında bir erkek çocuğu ve deniz...
Son Söz
Truffaut'un ilk filmi her yönüyle izlenmeye fazlasıyla değer...
François Truffaut
Senaryo
François Truffaut
Oyuncular: Jean-Pierre Léaud, Claire Maurier, Albert Rémy
Kısaca Konusu: Antoine okul ve ev hayatında zorluklar yaşamaktadır. Yaptığı basit bir eylemden ötürü öğretmeni tarafından cezalandırılır. Ertesi gün ceza olarak verilen ödevi yapmadığı için arkadaşı Rene ile birlikte okulu kırar. Gezintileri sırasında Antoine annesini başka bir adamın kollarında görür.
Sinema Yazarlığından Yönetmenliğe
Truffaut sinemaya tutkun bir isim olmuş hep. Beyaz perdenin büyülü dünyasına kendini çabucak adapte eden, çocukluğunda okuldan kaçıp sinemaya giden tiplerden. Gerçek hayatın tutucu dünyasının yedinci sanatla farklı dönemeçlere girdiğini düşünen. Gözleri irileşerek izlediklerini bir bir kafasına kazıyan. Yaşam öyküsüne biraz girdiğinizde, canlandırdığınız kimlik bu Truffaut hakkında. Hal böyle olunca, Fransız Yeni Dalga akımının öncülerinden birisi olması hiç şaşırtıcı gelmiyor insana.
Tüm bu sinema sevgisine rağmen, Truffaut bir süre sadece sinema yazıları yazmakla yetindi. Sonrasında ise yirmi altı yaşında ilk filmi olan 400 Darbe (Les Quatre Cent Coups) filmini çekti. Bu ilk film kendisine Cannes'da En İyi Yönetmen ödülünü getirdi.
Otobiyografik Bir Film
400 Darbe Antoine Doinel çerçevesinde çocuk olmanın sıkıntıları, heyecanları, aile ve okul ilişkilerini bize aktarır. Aslında bunu yaparken Truffaut'un yaşamından da kesitler sunar. Film biçimsel yeniliği ile öykü anlatımında karakterleri ön plana çıkarır. Hemen hepimizin tanıdığı, bildiği insanlarla kurar dünyasını. Otorite meraklısı bir öğretmen, çocuğunu anlamaya çabalamayan ebeveynler.
Kamera Antoine ile birlikte dolaşırken bize kendimizi onun arkadaşı olma fırsatını tanıyor. Yaptığı bazı ufak numaralara göz yumuyoruz, Antoine kadar heyecanlanıyoruz, öfkeleniyoruz. Neredeyse, en yakın dostum Rene'den bir farkımız kalmıyor.
Güçlü Bir Final
Bir noktadan sonra Antoine Rene ile birlikte denize ulaşmayı amaçlıyor. Okula gidemezler, eve de, buralarda kendileri için bir şey yok. Bir insan, bir tutku, bir dost...
İşlerin ters gitmesine rağmen Antoine yalnız başına denize ulaşabiliyor. Truffaut bu andan sonra bizi, filmin çıtasını yükselten final sahnesi ile baş başa bırakıyor. Sonsuzluk, dinginlik, dokuz yaşında bir erkek çocuğu ve deniz...
Son Söz
Truffaut'un ilk filmi her yönüyle izlenmeye fazlasıyla değer...
Cache(Saklı)
Yönetmen
Michael Haneke
Senaryo
Michael Haneke
Oyuncular
Juliette Binoche, Daniel Auteuil, Maurice Bénichou
Kısaca Konusu: Televizyonda edebiyat programı sunan bir adam, yayınevinde çalışan karısı, okula giden çocukları, sorunsuz, huzurlu, hemen her şeye sahip bir aile izlenimi. Kapılarına bırakılmaya başlanan ve içeriğini kendi görüntülerinin oluşturduğu video kasetler ile yanlarında gönderilen garip çizimlerle güvenlikleri yavaş yavaş tehlikeye girdiğinde, yaşamları değişmeye başlayacaktır.
Michael Haneke
Haneke diğer yönetmenlere göre ayrı bir noktada kendini konumlandırır. O sanatı, özellikle sinemayı ahlaki bir sorumluluk ile taşır. Taraflıdır, taraflı olmak gereklidir zaten. Müzik, yaratıcı açılar ve pek çok sinema hilesi, sadece gerçeği görmemizi engelleyen kandırmacalardan ibarettir. Genelde, planlarını uzun tutar, anlamamızı, sabretmemizi ister. Film atmosferleri hep tedirgin edicidir, bir de seyircinin görmek istediğini değil, ahlaki açıdan o an anlatmak istediğini ne ise onu gösterir perdede. Çoğunlukla sert bir üslup tutturarak.
Cache filmi yine tipik bir Haneke filmi olarak karşımıza çıkıyor. Odak noktasında bir burjuva ailesinin yer alması (mutlu bir aile, tabi günümüz mutluluk formülleriyle, iyi bir eş, sıcak bir yuva, para, şık bir ev, güzel yemekler) ve yavaş yavaş çöküşe doğru giden bir sürecin işlemesiyle...
Ahlak, Vicdan, Geçmiş
Film ahlak, vicdan, geçmiş gibi unsurlar etrafında örülürken en önemli problemlerini "güven" konusu etrafında örüyor. Sıradan bir aile ne kadar güvende olabilir, aile bireyleri neler saklayabilir, birbirlerine ne denli güvenebilir?
Aslında kentsel yaşamın dikte ettikleri etrafına sıkışan aile, mutlu oldukları yalanını çok çabuk kabullenen yapısıyla tüm çekirdek ailelere benziyor. Zira toplum tarafından statü kaynağı sayılan hemen tüm niteliklere sahipler. Ruhsal karmaşaları, gel gitleri, sırları hiç önemli değil, ne yapmış olurlarsa olsunlar.
Kasetleri Gönderen Kim?
İzleyici kafasında yaratılan asıl soru önceleri kaseti gönderenin kimliği üzerinde yoğunlaşsa da Haneke bu soruyu bizi yanlış bir yöne sürüklemesine rağmen kolayca çözümlüyor. Çünkü onun istediği, kim sorusundan çok "Neden" sorusu üzerinde durmamız. Ana karakter
Georges' in kaseti gönderen kişiyi bildiğini savunması, bu kişinin onun geçmişine ait bir figür olması kendisine inanmamızı güçlendiriyor.
Aslında film, kaseti kimin yolladığı problemine bir çözüm sunmadan son buluyor fakat Haneke'nin isteği gerçekleşiyor, biz olan bitenin nedenine ve Georges'in kendisi ile yüzleşip geçmiş hatalarını dışa vurmasına daha çok kafa yoruyoruz.
Bu arada karakterlerin iç yüzünü tamamen bilen ve ahlaki açıklamaların zorunluluğuna inanan Haneke'nin video kasetleri yollayan olması, röportajlarında da anlaşılabileceği üzere olası.
Puan 10 üzerinden
7.5
Michael Haneke
Senaryo
Michael Haneke
Oyuncular
Juliette Binoche, Daniel Auteuil, Maurice Bénichou
Kısaca Konusu: Televizyonda edebiyat programı sunan bir adam, yayınevinde çalışan karısı, okula giden çocukları, sorunsuz, huzurlu, hemen her şeye sahip bir aile izlenimi. Kapılarına bırakılmaya başlanan ve içeriğini kendi görüntülerinin oluşturduğu video kasetler ile yanlarında gönderilen garip çizimlerle güvenlikleri yavaş yavaş tehlikeye girdiğinde, yaşamları değişmeye başlayacaktır.
Michael Haneke
Haneke diğer yönetmenlere göre ayrı bir noktada kendini konumlandırır. O sanatı, özellikle sinemayı ahlaki bir sorumluluk ile taşır. Taraflıdır, taraflı olmak gereklidir zaten. Müzik, yaratıcı açılar ve pek çok sinema hilesi, sadece gerçeği görmemizi engelleyen kandırmacalardan ibarettir. Genelde, planlarını uzun tutar, anlamamızı, sabretmemizi ister. Film atmosferleri hep tedirgin edicidir, bir de seyircinin görmek istediğini değil, ahlaki açıdan o an anlatmak istediğini ne ise onu gösterir perdede. Çoğunlukla sert bir üslup tutturarak.
Cache filmi yine tipik bir Haneke filmi olarak karşımıza çıkıyor. Odak noktasında bir burjuva ailesinin yer alması (mutlu bir aile, tabi günümüz mutluluk formülleriyle, iyi bir eş, sıcak bir yuva, para, şık bir ev, güzel yemekler) ve yavaş yavaş çöküşe doğru giden bir sürecin işlemesiyle...
Ahlak, Vicdan, Geçmiş
Film ahlak, vicdan, geçmiş gibi unsurlar etrafında örülürken en önemli problemlerini "güven" konusu etrafında örüyor. Sıradan bir aile ne kadar güvende olabilir, aile bireyleri neler saklayabilir, birbirlerine ne denli güvenebilir?
Aslında kentsel yaşamın dikte ettikleri etrafına sıkışan aile, mutlu oldukları yalanını çok çabuk kabullenen yapısıyla tüm çekirdek ailelere benziyor. Zira toplum tarafından statü kaynağı sayılan hemen tüm niteliklere sahipler. Ruhsal karmaşaları, gel gitleri, sırları hiç önemli değil, ne yapmış olurlarsa olsunlar.
Kasetleri Gönderen Kim?
İzleyici kafasında yaratılan asıl soru önceleri kaseti gönderenin kimliği üzerinde yoğunlaşsa da Haneke bu soruyu bizi yanlış bir yöne sürüklemesine rağmen kolayca çözümlüyor. Çünkü onun istediği, kim sorusundan çok "Neden" sorusu üzerinde durmamız. Ana karakter
Georges' in kaseti gönderen kişiyi bildiğini savunması, bu kişinin onun geçmişine ait bir figür olması kendisine inanmamızı güçlendiriyor.
Aslında film, kaseti kimin yolladığı problemine bir çözüm sunmadan son buluyor fakat Haneke'nin isteği gerçekleşiyor, biz olan bitenin nedenine ve Georges'in kendisi ile yüzleşip geçmiş hatalarını dışa vurmasına daha çok kafa yoruyoruz.
Bu arada karakterlerin iç yüzünü tamamen bilen ve ahlaki açıklamaların zorunluluğuna inanan Haneke'nin video kasetleri yollayan olması, röportajlarında da anlaşılabileceği üzere olası.
Puan 10 üzerinden
7.5
Taner Birsel(İnceleme)
Sinemamızın önemli oyuncuları arasında yer alan, tiyatro kökenli bir isim Taner Birsel. Onun oyunculuğuna dair ufak bir fikir edinmek için, çalıştığı yönetmenlere bakmak bize yardımcı olacaktır.
Onun oyun gücünün en sevdiğim yanı, karakter ikilemlerini iyi yansıtan, doğal olduğu kadar gerektiğinde büyük oynamasıdır. Daha da önemlisi suskunluğu ile çok şey ifade edebilmesidir. Bu özellikleri de ona SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) 1999 En İyi Erkek Oyuncu (“Kaç Para Kaç”) ödülünü getirmiştir.
İki Performans
“İtiraf”: Zeki Demirkubuz ile çalıştığı ve tam yönetmenine göre bir film olan İtiraf’ta Birsel baş karakter Harun olarak karşımıza çıkar. Demirkubuz filmlerinde baş karakterleri oynamak zordur. Hepsinin birden fazla detayı, psikolojik yapıları, karanlık tarafları vardır. “İtiraf”da ise, bunların yanı sıra Harun karakteri içinde bulunduğu gel-gitler ile dikkat çeker. Karısının onu aldattığını öğrenir önce. Olayı fazla kurcalamak istemez, kondurmamaya çalışır. Sonrasında içi içini yerken ev şiddetli tartışmalara, su yüzüne çıkan sorunlara ve içte ukde kalan söylenemeyen şeylere sahne olur. Üstüne üstlük birde en iyi arkadaşına yaptıklarının, deyim yerindeyse onu sırtından bıçaklamasının getirdiği vicdani yük vardır. Lakin hepsinin üstünde karısını, kaybetme korkusu.
Bu noktada Birsel’in oyun gücü ön plana çıkar. Fırtına öncesi sessizlik, vicdan muhasebesi, pişmanlık en üst seviyede yansıtılır bizlere…
“Devrim Arabaları”: Belgesel yönetmeni Tolga Örnek’in ilk kurmaca filmi “Devrim Arabaları”nda baş mühendis Gündüz rolü Taner Birsel’dedir. Tamam “İtiraf” filminde oynadığı karakter kadar, dolambaçlı değildir Gündüz, fakat onun da zor yönleri vardır.
Başarıya inanmak üzerine kurulu, sinemamızın en güzel örneklerinden biri olan film zengin bir oyuncu kadrosuna sahiptir. Yine de kilit karakter Birsel’in oynadığı Gündüz’dür. Zira dönemin şartlarında, etrafına topladığı insanları imkansızı başarmaya inandırmalıdır. Kimsenin kafasında tek bir şüphe dahi kalmadan.
Taner Birsel bu karakteri de başarıyla canlandırır. Fazla göze batmayan, yine de filmi taşıyan isimlerden biri olur.
TV Çalışmaları
Nadirde olsa televizyonda da işler yapmıştır Taner Birsel. Bunların en dikkat çekici olanı ise, başrollerini Mehmet Günsür ve Özge Özberk’le paylaştığı, bir Taylan Biraderler projesi olan “Sır Dosyası” dizisidir. Bir X Files adaptesi olan dizi, yayınlandığı dönemde iyi bir hayran kitlesi yakalamış, Demir Demirkan’ın dizi için yaptığı müzik ise çok beğenilmiştir. Her bölüm farklı hikayenin anlatıldığı dizide Birsel bana göre kendine en yakışan karakterlerden birini canlandırmıştı.
Devam etseler TV adına çok önemli bir iş haline geleceğini düşündüğüm dizi, yüksek maliyeti nedeniyle üç veya dördüncü bölüm ardından yayından kaldırılmıştır.
Son Söz
Taner Birsel gibi iyi bir oyuncuyu dilerim perdede daha fazla görme şansını yakalarız. Yine iyi filmlerde, önemli yönetmenlerle…
Onun oyun gücünün en sevdiğim yanı, karakter ikilemlerini iyi yansıtan, doğal olduğu kadar gerektiğinde büyük oynamasıdır. Daha da önemlisi suskunluğu ile çok şey ifade edebilmesidir. Bu özellikleri de ona SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) 1999 En İyi Erkek Oyuncu (“Kaç Para Kaç”) ödülünü getirmiştir.
İki Performans
“İtiraf”: Zeki Demirkubuz ile çalıştığı ve tam yönetmenine göre bir film olan İtiraf’ta Birsel baş karakter Harun olarak karşımıza çıkar. Demirkubuz filmlerinde baş karakterleri oynamak zordur. Hepsinin birden fazla detayı, psikolojik yapıları, karanlık tarafları vardır. “İtiraf”da ise, bunların yanı sıra Harun karakteri içinde bulunduğu gel-gitler ile dikkat çeker. Karısının onu aldattığını öğrenir önce. Olayı fazla kurcalamak istemez, kondurmamaya çalışır. Sonrasında içi içini yerken ev şiddetli tartışmalara, su yüzüne çıkan sorunlara ve içte ukde kalan söylenemeyen şeylere sahne olur. Üstüne üstlük birde en iyi arkadaşına yaptıklarının, deyim yerindeyse onu sırtından bıçaklamasının getirdiği vicdani yük vardır. Lakin hepsinin üstünde karısını, kaybetme korkusu.
Bu noktada Birsel’in oyun gücü ön plana çıkar. Fırtına öncesi sessizlik, vicdan muhasebesi, pişmanlık en üst seviyede yansıtılır bizlere…
“Devrim Arabaları”: Belgesel yönetmeni Tolga Örnek’in ilk kurmaca filmi “Devrim Arabaları”nda baş mühendis Gündüz rolü Taner Birsel’dedir. Tamam “İtiraf” filminde oynadığı karakter kadar, dolambaçlı değildir Gündüz, fakat onun da zor yönleri vardır.
Başarıya inanmak üzerine kurulu, sinemamızın en güzel örneklerinden biri olan film zengin bir oyuncu kadrosuna sahiptir. Yine de kilit karakter Birsel’in oynadığı Gündüz’dür. Zira dönemin şartlarında, etrafına topladığı insanları imkansızı başarmaya inandırmalıdır. Kimsenin kafasında tek bir şüphe dahi kalmadan.
Taner Birsel bu karakteri de başarıyla canlandırır. Fazla göze batmayan, yine de filmi taşıyan isimlerden biri olur.
TV Çalışmaları
Nadirde olsa televizyonda da işler yapmıştır Taner Birsel. Bunların en dikkat çekici olanı ise, başrollerini Mehmet Günsür ve Özge Özberk’le paylaştığı, bir Taylan Biraderler projesi olan “Sır Dosyası” dizisidir. Bir X Files adaptesi olan dizi, yayınlandığı dönemde iyi bir hayran kitlesi yakalamış, Demir Demirkan’ın dizi için yaptığı müzik ise çok beğenilmiştir. Her bölüm farklı hikayenin anlatıldığı dizide Birsel bana göre kendine en yakışan karakterlerden birini canlandırmıştı.
Devam etseler TV adına çok önemli bir iş haline geleceğini düşündüğüm dizi, yüksek maliyeti nedeniyle üç veya dördüncü bölüm ardından yayından kaldırılmıştır.
Son Söz
Taner Birsel gibi iyi bir oyuncuyu dilerim perdede daha fazla görme şansını yakalarız. Yine iyi filmlerde, önemli yönetmenlerle…
The Breakfast Club(Kahvaltı Kulübü)(İnceleme)
Kısaca Konusu:
Yaptıkları hatalar yüzünden, beş lise öğrencisi ceza olarak,cumartesi gününü okulda geçirmek zorunda kalırlar. Üstelik tamamlamaları gereken bir de ödev vardır. Kendilerinin kim olduğunu düşündükleri hakkında bir makale yazmak.
Yönetmen John Hughes’in genç olmaya, okul hayatına, ailevi iletişimsizliğe dramatik, aynı derecede eğlenceli, yadsınması zor bir bakış açısı ile ördüğü filmdir “Kahvaltı Kulübü” (The Breakfast Club)…
Açılış Müziği
Özellikle seksenli yılların filmlerinde müziğin yeri ayrı bir öneme sahiptir. Açılış sekanslarında kullanılan müzikler, filmle özdeşleştiği ve aynı ölçüde beğenildiği sürece unutulmayanlar listesine dahil olur. İşte Simple Minds’ın “Don’t you forget about me” şarkısı da,”Kahvaltı Kulübü” ile birlikte önemli bir yere gelmiştir.
Beş Klişe Karakter
Okulda cezaya kalan öğrenciler aslında oldukça tanıdık gelir bize. Hepsi eğitim hayatımızın bir evresinde karşılaşmış karakterler. Başarılı bir sporcu, havalı bir kız öğrenci, okul tabiri ile inek bir öğrenci, bir serseri ve arkadaşı olmayan silik bir kız. Hepsi de okulun olmazsa olmazları aslında…
Otorite
Filmde otorite görevini üstlenen isim ise Paul Gleason’ın canlandırdığı, Richard Vernon karakteri. Öğrencileri cezaya bırakan, hepsini ayrı bireylerden çok, genellemeler yaparak tanımlayan bir isim Vernon. Onun için okulun kuralları, yapısı, disiplini ve bu tanımların toplamı gibi düşündüğü eğitim aslında her şey. Fakat aslında kendisi de bezmiş bir durumda. Öğrencilere verdiği ödev ise çıkış noktalarından birisi.
Farklı Karakterler Özünde Aynı Sorunlar
Bu beş öğrenci de, farklı nedenlerden dolayı cumartesi gününü okula kurban ettiler. Beşi de kendilerine has özelliklere sahip. Buna rağmen hepsi, özünde aynı sorunlarla boğuşuyorlar. Aile içi iletişimsizlik ve problemler. Filmin en renkli karakterlerinden John Bender’ın getirdiği esrarı alan gençler, baştan beri tutsak oldukları kapalı kutu hallerinden kendilerini kurtarırlar. Bununla beraber hep söylemek istedikleri, içlerinde boğuştukları problemler su yüzüne çıkar.
Mizah Unsuru
“Kahvaltı Kulübü” genel olarak mizah gücünü iki karakterden alıyor. Biri, laf cambazı, sözünü sakınmayan John Bender. Grubun, serseri, suçlu üyesi olan Bender, filmin ilk dakikalardan itibaren kontrolü ele alıyor. Söyledikleri, umursamaz tavırları ile diğerlerinin önce nefretini üzerine çekmesine rağmen, sonrasında kendini kabul ettiriyor. Bir diğer karakter ise Bender’ın tam tersi Allison Reynolds. Arkadaşı olmayan, herkesin deli gözüyle baktığı, silik bir tip olan Allison’da filmin bir diğer mizah unsuru olarak göze çarpıyor.
Arkadaş Baskısı
Filmin sonlarına doğru ortaya bir problem daha çıkıyor. Normalde bir araya gelmesi mümkün olmayan bu beşli için, o cumartesiden sonra bir şeyler değişecebilir mi? Geçirdikleri ve paylaştıkları şeyler sayesinde arkadaş olabilirler mi? Aslında sorunun cevabı belli, yine de hepsi kendi arkadaş çevrelerinden, alacakları tepkiden çekiniyor.
Final’e Yakışır Ödev
Herkes anlaştıktan sonra, ödevin içlerinde en zeki olan Brian tarafından bitirilmesi kararlaştırılıyor. Brian’ın ödevde yazdıkları ise filmin anlatmak istediği her şeyin bir özeti adeta. Üstelik, çoğu öğrencinin de uğraştığı sorunların dile gelişi.
Daima Genç John Hughes
Seksenli yıllarda yaptığı gençlik filmleriyle (Evde Tek Başına serisi gibi) tanınan yönetmen senarist Hughes birçok önemli filme imza attı. Fakat bunların içerisinde en önemlilerinden biri olan “Kahvaltı Kulübü” izlenmesi gereken keyifli bir gençlik filmi.
“Kahvaltı Kulübü” ‘ne hoş geldiniz…
Dead Man(Ölü Adam)(İnceleme)
Jim Jarmusch'un en önemli, en katmanlı filmlerinden "Ölü Adam" (Dead Man) sinemada farklı bir seyirlik arayanları memnun edecek türden.
Kısaca Konusu: "William Blake" , yeni işi için vahşi batıya uzanan bir yolculuğa çıkar. Kendisine çok farklı olan bu dünyada, "Hiç kimse" isimli bir yerli ile tanışır. "Hiç kimse" Blake'in, çok sevdiği ve ölmüş olan şair William Blake olduğunu düşünmektedir.
"Ölü Adam" (Dead Man) filminin etkileyiciliği hususunu birden fazla unsura dayandırmak mümkün sanırım. Görsel yetkinliği, western türüne getirdiği farklı bakış, altında yatan dingin felsefesi, kıvamı iyi tutan oyunculukları ve en nihayetinde, Jim Jarmusch gibi sinema sevgisiyle donanan, bağımsız bir yönetmen tarafından kotarılması.
Kısaca Konusu: "William Blake" , yeni işi için vahşi batıya uzanan bir yolculuğa çıkar. Kendisine çok farklı olan bu dünyada, "Hiç kimse" isimli bir yerli ile tanışır. "Hiç kimse" Blake'in, çok sevdiği ve ölmüş olan şair William Blake olduğunu düşünmektedir.
"Ölü Adam" (Dead Man) filminin etkileyiciliği hususunu birden fazla unsura dayandırmak mümkün sanırım. Görsel yetkinliği, western türüne getirdiği farklı bakış, altında yatan dingin felsefesi, kıvamı iyi tutan oyunculukları ve en nihayetinde, Jim Jarmusch gibi sinema sevgisiyle donanan, bağımsız bir yönetmen tarafından kotarılması.
Jim Jarmusch, Amerikan bağımsız sinemasını takip edenler için önemli bir yer teşkil eder. Çektiği, "Cennetten de Garip", "Gizem Treni", "Hayalet Köpek" gibi aslında sadece, özde benzerlik kurulabilir görünen filmler, Jim Jarmusch'un türlere hakimiyetini, kendine özgü yenilikçi sinema dilini gözler önüne serer. "Ölü Adam" da ise, yakaladığı görsel atmosfer ve filmin yer yer westernlere özgü sert tavrına tezat oluşturan naif anlatım dili yapımı daha ileri götüren en önemli nedenlerdir.
Filmlerinde çok çeşitli kaynaklardan yararlanan Jarmusch, burada şiirleri ve şair William Blake'i referans noktası olarak ele alır. "Hiç kimse"nin (Gary Farmer) William Blake'i (Johnny Depp), ölü İngiliz şair William Blake sanması, filmin gidişatını doğrudan etkileyen en önemli unsurdur. "Hiç kimse"nin şiirlerden yaptığı alıntılar, Blake'i kendi içine bakmaya zorlaması ve bir şeylere hazırlar gibi durması hem Blake hem de bizim için bir belirsizlik halini alır.
Filmlerinde çok çeşitli kaynaklardan yararlanan Jarmusch, burada şiirleri ve şair William Blake'i referans noktası olarak ele alır. "Hiç kimse"nin (Gary Farmer) William Blake'i (Johnny Depp), ölü İngiliz şair William Blake sanması, filmin gidişatını doğrudan etkileyen en önemli unsurdur. "Hiç kimse"nin şiirlerden yaptığı alıntılar, Blake'i kendi içine bakmaya zorlaması ve bir şeylere hazırlar gibi durması hem Blake hem de bizim için bir belirsizlik halini alır.
Tabi bu, filmin daha çok felsefi ve ana boyutu. Birde, yapımda akıcılığı sağlayan yan boyutlar var. Bu bahsi geçenlerden en önemlisi westernlerin olmazsa olmazlarından, Blake'in peşine düşen ve her biri kendi başlarına birer usta olan ödül avcıları. "Ölü Adam" heyecanı ve hareketi daha çok bu kovalamaca ile sağlar.
Oyunculuklar bakımından ele alındığında, Johnny Depp'in kariyerinde en farklı performansı olduğu düşünebilir William Blake. Zira, Depp bütün sahnelerde, sanki oynamıyormuş gibi gözükür, bu doğal performansı Blake'i kabullenmemiz açısından bize büyük katkı sağlar. Depp dışında kadroda John Hurt, Gabriel Byrne gibi sıkı oyuncularda bulunuyor. Lakin, Blake performansından sonra en dolu dolu performans olarak "Hiç kimse"yi oynayan, Gary Farmer ön plana çıkıyor. Sessizliği, hayatı algılayışı, devinimleri ile unutulmaz bir karakter portresi çiziyor Farmer.
"Ölü Adam" ın finali, Blake'in gelişimini tamamlaması, çıktığı imgesel bir ölüm yolculuğuyla son buluyor. Jarmush ise en iyi filmlerinden birini, söylemek istediklerinin altını kalın kalın değil , daha sessiz çizerek bitiriyor.
Johnny Depp'in en sıra dışı karakterlerinden biri ile, Jarmusch'un en önemli, en katmanlı filmlerinden "Ölü Adam", sinema tutkusunu artırıyor.
12 Angry Men(12 Kızgın Adam)(İnceleme)
Sidney Lumet 1957 yapımı ilk filmi 12 Kızgın Adam (12 Angry Men) ile, yanına Henry Fonda'yı da alarak, 96 dakika boyunca bizi sadece tek bir mekana mahkum etmeyi başarıyor. Üstelik bunu, bir yönetmenin ilk filminden beklenemeyecek derecede iyi öykü anlatımıyla, adalet sistemi gibi sert toplumsal bir konuyu, kendine has noktalarından yakalayarak, izleyiciyi sıkmadan yapıyor.
Filmin kısaca konusu: Cinayetle suçlanan onsekiz yaşında genç bir adamın davasının son anına gelinmiştir. Artık tanıklar dinlenmiş, jürinin karar vermesi beklenmektedir. Jüri üyeleri kapandığı odalarında, gencin idam cezasına dair geleceğini belirlemek için oylama yaparlar. Onbir kişi onun suçlu olduğunu düşünmektedir, sekiz numaralı jüri üyesi ise bu konuda emin değildir ve yalnız başına, oy birliğiyle alınması gereken kararı engeller…
Sidney Lumet, çoğumuzun gönlünü Al Pacino'nun harika performansından gücünü alan "Köpeklerin Günü" (Dog Day Afternoon) filmi ile çalsa da, aslında ilk filmi “12 Kızgın Adam” Lumet filmografisi içerisinde ayrı bir yere, öneme sahiptir. Topluma, adalet sisteminin sert penceresinden baktığı, ön yargıların kırılmasını, hiçbir şeyin yüzeysel görüntüsüyle anında düşündüğümüz gibi olamayabileceğini anlatan film, çoğu seyirciye sinemanın gücünü göstermiş, hemen hemen tüm izleyenleri etkilemiştir.
Suç, suçlu, adalet, jüri gibi kavramların sorgulandığı bu Lumet filmi, asıl önemli vuruşunu filmin henüz başlarında yapar. Zira, odalarında toplanan jüri üyelerinin, beş dakika bile konuşmadan yaptıkları oylamada genci suçlu bulmaları, hatta bu husustan emin olmaları (üstelik cezanın idam olacağı açıkken) seyirciye, insan kararlarının gözden geçirilmesi açısından kapıyı aralar.
Henry Fonda'nın (8. Jüri Üyesi) itirazı sonucunda karar alınamaz ve film isminin hakkını vermeye başlar. Gencin suçlu olduğuna kesinlik getiren diğer jüri üyelerinin, hemen karar verip, evlerine, yapacak işlerine dönme umutları suya düşer. Bu andan sonra öfkelenen jüri üyelerinin çoğu için Henry Fonda (8. Jüri Üyesi) hedef tahtası haline gelmiştir.Sidney Lumet, çoğumuzun gönlünü Al Pacino'nun harika performansından gücünü alan "Köpeklerin Günü" (Dog Day Afternoon) filmi ile çalsa da, aslında ilk filmi “12 Kızgın Adam” Lumet filmografisi içerisinde ayrı bir yere, öneme sahiptir. Topluma, adalet sisteminin sert penceresinden baktığı, ön yargıların kırılmasını, hiçbir şeyin yüzeysel görüntüsüyle anında düşündüğümüz gibi olamayabileceğini anlatan film, çoğu seyirciye sinemanın gücünü göstermiş, hemen hemen tüm izleyenleri etkilemiştir.
Suç, suçlu, adalet, jüri gibi kavramların sorgulandığı bu Lumet filmi, asıl önemli vuruşunu filmin henüz başlarında yapar. Zira, odalarında toplanan jüri üyelerinin, beş dakika bile konuşmadan yaptıkları oylamada genci suçlu bulmaları, hatta bu husustan emin olmaları (üstelik cezanın idam olacağı açıkken) seyirciye, insan kararlarının gözden geçirilmesi açısından kapıyı aralar.
Lumet adına filmin geri kalanı yeteneklerini sergilediği bir dekora dönüşür. Tek mekanın sıkıcılığına kapılmayan, diyalogları ile konunun sert çarpıcılığından bizi zaman zaman uzaklaştıran, mantıksal çözümlemelerle, sanığın geleceğini etkileyen ve yavaş yavaş tüm jüri üyelerinin, Henry Fonda'nın yanına çekildiği doyumsuz bir seyirlik izleriz.
Filmin arka planında yine bir çok unsur geçiyor. Jüri üyelerinin meslekleri, yaşantıları açısından söyledikleri, aslında o odaya sıkışan bir avuç insanın sadece başka birinin geleceğini etkileyen makineler, karar mekanizmaları olmadığını bize kanıtlar. Sistemin ne denli değişkenliğe gebe, hataya açık olduğu Lumet'in kamerasıyla seyirciye aktarılır.
Oyunculuklara gelirsek; başta Henry Fonda olmak üzere tüm jüri üyeleri kendilerine düşen görevlerini gayet iyi yerine getiriyor. Sıkışık mekanlı, bol karakterli bir film olarak tanımlayabileceğimiz “12 Kızgın Adam” yapımının, pek tabi senaryodan sonra, en önemli unsuru oyunculuklar.
Sidney Lumet gibi güçlü bir yönetmenin ilk filmini seyretmek, zeki senaryosu, iyi oyunculukları ile herkesi, özellikle hukuk temalı filmlerden hoşlananları memnun ederken, sinemayı bir kez daha sevmemizi sağlıyor. Üstelik bunu sadece bir oda ve oniki adamla gerçekleştiren bir yapımla.
Dog Day Afternoon(Köpeklerin Günü)(İnceleme)
Yetmişlerin en önemli filmlerinden, Sidney Lumet’in en iyilerinden olan “Köpeklerin Günü” Dog Day Afternoon, 1975) Al Pacino’nun eşsiz performansı, konusu, farklı karakterleri, dram, polisiye ve mizah gibi pek çok unsuru aynı potada eritmesiyle harika bir seyirlik sunuyor bizlere.
Sidney Lumet’in yönettiği “Köpeklerin Günü” (Dog Day Afternoon, 1975), Al Pacino’nun başrolünde oynadığı it iti ısırır dedirten etkileyici, farklı bir soygun filmi.
Konusu:
Eşcinsel arkadaşının ameliyat parasını bulmak isteyen Sonny, yanına iki arkadaşını da alarak banka soymaya girişir, fakat aralarından biri arkadaşı vazgeçip kaçınca Sonny’nin işi gittikçe zorlaşır, işler giderek bir banka soygunundan çok TV şovuna döner... Banka soygunu, toplum tarafından tarafından pek fark edilmeyen, kaybetmeye mahkum görünen bu iki kişi için, Sony (Al Pacino) ve Sal (John Cazale) için bir kurtuluş reçetesi olması gerekirken, kendilerini içinde bulundukları durum hiç de bekledikleri gibi değildir…
Gerçek Bir Hikaye
“Köpeklerin Günü” başında da bize belirttiği gibi, yaşanmış bir olayı konu ediniyor. Çıkış noktasının aslen bir gazete makalesine dayandığı yapım beklenildiği üzere, ne seyircinin adaptasyonu, nede inandırıcılığı süreçlerinde bir sıkıntı yaşıyor. Tamamen atmosferin içerisinde kendimizi o dünyaya hazır buluyoruz, hiçbir kaygı duymadan…
Yetmişlerin Açılışı
Klip tadında bir açılış sahnesi, bizi selamlıyor önce. Güzel bir şarkı eşliğinde, yetmişli yıllarla soluk alan kareler akıyor perdeden. Sahne bizim için yetmişlere özgü gerçek bir nimet olarak filmde yerini alıyor.
Türü: Soygun
Üç kişi bir bankayı soymaya girişir. Biri vazgeçer, geriye kalan iki kişi yola devam eder. İşler ters gider, polisler, halk herkes olay yerindedir… Bu kadar basit mi? Hayır. Zaten filmi bu kadar güzel kılan unsurlardan birisi de, çok basit görünen, biz bunu daha öncede izlemiştik hissi uyandırabilecek bir olay örgüsünü, kendine has noktalardan yakalaması.
Sınırlı Mekan Kullanımı
“Köpeklerin Günü” büyük çoğunluğu tek mekanda geçen bir film. Dezavantaj olabilecek bu durum, filmde bir avantaja dönüşüyor. Aorlıklı tek mekan kullanımı filmde boğucu bir etki yapmıyor. Kuşkusuz bunda yönetmenin payı büyük.
Toplumsal Konular
Film birey üzerinden, topluma yaptığı göndermeler ile düz anlatımdan, tek boyutluluktan kendini kurtarıyor. Vietnam, medya, polis şiddeti… Belki daha fazlası, kendine yer buluyor filmin içerisinde. O dönemin toplumsal konularına hayli dokunuyor yapım.
Bir Anti Kahraman Olarak Sonny
Bir banka soyguncusu… Hiçbir özelliği olmayan, toplum tarafından itilen bir insan. Halkın bir kısmı belki sırf onun vurulmasını görmek için bankanın dışında bekliyor. Fakat Sonny azımsanacak bir adam değil. Film boyunca,söyledikleri, kendi doğrusunu savunması, daha pek çok şey ile kendine hayran topluyor. Gölgesi bile olmayan bir adam olarak girdiği bankada, bir anti kahraman olarak yeniden doğuyor Sonny.
Sezgisel Son
Film ilerledikçe finalin nasıl olacağı şeklindeki tahminlerimiz daha fazla güçleniyor. Buna rağmen final bölümü bizi etkilemekten geri kalmıyor. Hemen her şeyin umduğumuz gibi çıkmasına rağmen, hızla gelişen olaylar bizi tamamen avucuna alıyor.
Oyunculuklar
Al Pacino harika bir performans sunuyor bizlere. Kendine has oyunculuğundan unutulmaz bir karakter çiziyor. Kesinlikle yapımın en önemli artısı olarak öne çıkıyor. Bunun yanı sıra, Sal karakterini oynayan John Cazale ise az laf çok iş dedirtiyor bizlere. Sonny karakterinin altında kalan Vietnam gazisi Sal, oynadığı sahnelerde bakışları, duruşu her an tetikte olan öldürme içgüdüsü ile önemli bir katkı salıyor filme.
Son Söz
Yetmişlerin en önemli filmlerinden, Sidney Lumet’in en iyilerinden olan “Köpeklerin Günü” Al Pacino’nun eşsiz performansı, konusu ve farklı karakterleri, dram, polisiye ve mizah gibi pek çok unsuru aynı potada eritmesiyle harika bir seyirlik sunuyor bizlere.
Sidney Lumet’in yönettiği “Köpeklerin Günü” (Dog Day Afternoon, 1975), Al Pacino’nun başrolünde oynadığı it iti ısırır dedirten etkileyici, farklı bir soygun filmi.
Konusu:
Eşcinsel arkadaşının ameliyat parasını bulmak isteyen Sonny, yanına iki arkadaşını da alarak banka soymaya girişir, fakat aralarından biri arkadaşı vazgeçip kaçınca Sonny’nin işi gittikçe zorlaşır, işler giderek bir banka soygunundan çok TV şovuna döner... Banka soygunu, toplum tarafından tarafından pek fark edilmeyen, kaybetmeye mahkum görünen bu iki kişi için, Sony (Al Pacino) ve Sal (John Cazale) için bir kurtuluş reçetesi olması gerekirken, kendilerini içinde bulundukları durum hiç de bekledikleri gibi değildir…
Gerçek Bir Hikaye
“Köpeklerin Günü” başında da bize belirttiği gibi, yaşanmış bir olayı konu ediniyor. Çıkış noktasının aslen bir gazete makalesine dayandığı yapım beklenildiği üzere, ne seyircinin adaptasyonu, nede inandırıcılığı süreçlerinde bir sıkıntı yaşıyor. Tamamen atmosferin içerisinde kendimizi o dünyaya hazır buluyoruz, hiçbir kaygı duymadan…
Yetmişlerin Açılışı
Klip tadında bir açılış sahnesi, bizi selamlıyor önce. Güzel bir şarkı eşliğinde, yetmişli yıllarla soluk alan kareler akıyor perdeden. Sahne bizim için yetmişlere özgü gerçek bir nimet olarak filmde yerini alıyor.
Türü: Soygun
Üç kişi bir bankayı soymaya girişir. Biri vazgeçer, geriye kalan iki kişi yola devam eder. İşler ters gider, polisler, halk herkes olay yerindedir… Bu kadar basit mi? Hayır. Zaten filmi bu kadar güzel kılan unsurlardan birisi de, çok basit görünen, biz bunu daha öncede izlemiştik hissi uyandırabilecek bir olay örgüsünü, kendine has noktalardan yakalaması.
Sınırlı Mekan Kullanımı
“Köpeklerin Günü” büyük çoğunluğu tek mekanda geçen bir film. Dezavantaj olabilecek bu durum, filmde bir avantaja dönüşüyor. Aorlıklı tek mekan kullanımı filmde boğucu bir etki yapmıyor. Kuşkusuz bunda yönetmenin payı büyük.
Toplumsal Konular
Film birey üzerinden, topluma yaptığı göndermeler ile düz anlatımdan, tek boyutluluktan kendini kurtarıyor. Vietnam, medya, polis şiddeti… Belki daha fazlası, kendine yer buluyor filmin içerisinde. O dönemin toplumsal konularına hayli dokunuyor yapım.
Bir Anti Kahraman Olarak Sonny
Bir banka soyguncusu… Hiçbir özelliği olmayan, toplum tarafından itilen bir insan. Halkın bir kısmı belki sırf onun vurulmasını görmek için bankanın dışında bekliyor. Fakat Sonny azımsanacak bir adam değil. Film boyunca,söyledikleri, kendi doğrusunu savunması, daha pek çok şey ile kendine hayran topluyor. Gölgesi bile olmayan bir adam olarak girdiği bankada, bir anti kahraman olarak yeniden doğuyor Sonny.
Sezgisel Son
Film ilerledikçe finalin nasıl olacağı şeklindeki tahminlerimiz daha fazla güçleniyor. Buna rağmen final bölümü bizi etkilemekten geri kalmıyor. Hemen her şeyin umduğumuz gibi çıkmasına rağmen, hızla gelişen olaylar bizi tamamen avucuna alıyor.
Oyunculuklar
Al Pacino harika bir performans sunuyor bizlere. Kendine has oyunculuğundan unutulmaz bir karakter çiziyor. Kesinlikle yapımın en önemli artısı olarak öne çıkıyor. Bunun yanı sıra, Sal karakterini oynayan John Cazale ise az laf çok iş dedirtiyor bizlere. Sonny karakterinin altında kalan Vietnam gazisi Sal, oynadığı sahnelerde bakışları, duruşu her an tetikte olan öldürme içgüdüsü ile önemli bir katkı salıyor filme.
Son Söz
Yetmişlerin en önemli filmlerinden, Sidney Lumet’in en iyilerinden olan “Köpeklerin Günü” Al Pacino’nun eşsiz performansı, konusu ve farklı karakterleri, dram, polisiye ve mizah gibi pek çok unsuru aynı potada eritmesiyle harika bir seyirlik sunuyor bizlere.
City of God(Tanrı Kent)(İnceleme)
22. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen “Tanrı Kent” o sene festivalin en ilgi çekici yapımlarından biri olmuştu. Aldığı övgülerle dikkat çekmiş, ayrıca gerek eleştirmenler, gerekse seyirciler bazında sinemanın en güzel örneklerinden biri olduğu kabul görmüştü.
Rio De Janerio; filmi izleyene kadar benim içinde uçsuz bucaksız kumsallardan, güneşin cömertliğinden pay almış, sorunsuz bir yaşam şehriydi. Lakin dediğim gibi filmi izleyene kadar… Filmi izledikten sonra, yüzüme tokat gibi inen gerçeğin, şok ediciliği ile becelleşiyordum.
Yönetmen Fernando Meirelles aslen reklam kökenli bir isim. "Tanrı Kent" filmi de onun ilk uzun metrajı… Böyle bir ilk film yapmak herkese nasip olmaz, ayrıca (özellikle) yönetmenlerin, ileride yapacağı işlere dair hep ilk filmleri referans alınır. Böyle bir başlangıçta, eminim Meirelles’i mutlu etmiştir. Bütün bunların yanında, yönetmenle ilgili püf nokta ise kendisinin edebi uyarlamalara düşkünlüğü. Tıpkı “Tanrı Kent”te olduğu ya da “Arka Bahçe” ve “Körlük” filmlerinde olacağı gibi…
Açılış Sahnesi
Uzun zamandır izlediğim en hareketli açılış sahnelerinden birine sahip film. Bilenen bir bıçağın rahatsız edici sesi eşliğinde birden ortalık karışır. Birazdan canı alınacak tavuğun peşinde koşuşturan gençler onu öldürmek için can atmaktadır. Kaçan tavuk ise can derdinde, hayatı pamuk ipliğine bağlı. Bu arada istemeden onların önüne iki çocuk çıkar, yüzlerindeki dehşet ifadesi ile. Tavuğun peşindeki gruptan biri silahını çekip onlara doğrultur. Ve…
Rio De Janerio; filmi izleyene kadar benim içinde uçsuz bucaksız kumsallardan, güneşin cömertliğinden pay almış, sorunsuz bir yaşam şehriydi. Lakin dediğim gibi filmi izleyene kadar… Filmi izledikten sonra, yüzüme tokat gibi inen gerçeğin, şok ediciliği ile becelleşiyordum.
Yönetmen Fernando Meirelles aslen reklam kökenli bir isim. "Tanrı Kent" filmi de onun ilk uzun metrajı… Böyle bir ilk film yapmak herkese nasip olmaz, ayrıca (özellikle) yönetmenlerin, ileride yapacağı işlere dair hep ilk filmleri referans alınır. Böyle bir başlangıçta, eminim Meirelles’i mutlu etmiştir. Bütün bunların yanında, yönetmenle ilgili püf nokta ise kendisinin edebi uyarlamalara düşkünlüğü. Tıpkı “Tanrı Kent”te olduğu ya da “Arka Bahçe” ve “Körlük” filmlerinde olacağı gibi…
Açılış Sahnesi
Uzun zamandır izlediğim en hareketli açılış sahnelerinden birine sahip film. Bilenen bir bıçağın rahatsız edici sesi eşliğinde birden ortalık karışır. Birazdan canı alınacak tavuğun peşinde koşuşturan gençler onu öldürmek için can atmaktadır. Kaçan tavuk ise can derdinde, hayatı pamuk ipliğine bağlı. Bu arada istemeden onların önüne iki çocuk çıkar, yüzlerindeki dehşet ifadesi ile. Tavuğun peşindeki gruptan biri silahını çekip onlara doğrultur. Ve…
Biz daha hiçbir şeyi kavrayamadan, gereksiz bir sahne gibi izleriz “açılış sahnesini” tabi film ilerledikçe ve filmin finaline yakın bir yerde aslında sahnenin ne kadar doğru kullanıldığını anlarız.
Tanrı Kent
Tanrı Kent
Filmin ismini aldığı yer Rio’nun arka mahallelerinde sosyal konutlarla kurulan bir bölge... İlk başlarda gözetim altında tutulsa da, sonraları “suç” unsurunun ev sahipliğini yapan bir yer haline geliyor… Polislerin, sağlık görevlilerin orada yaşamayan diğer insanların, olumsuz bakış açılarıyla bir dışlanmışlık havasına sahip “Tanrı Kent”.
Farklı Zaman Dilimleri
Farklı Zaman Dilimleri
Film ikili zaman dilimine sahip, önce altmışlarda başlayıp bize geleceğin ne olabileceği hakkında ufak ipuçları veriyor. Rocket ve Küçük Ze’nin çocukluk halleri ve gelecekte nasıl insanlar haline gelebilecekleri gözler önüne seriliyor.
Sonraki dönemde ise seksenlerde devam eden filmde, artık Küçük Ze önemli bir suçlu haline gelirken, Rocket ise “Tanrı Kent” ten çıkış yolları arıyor. En iyi çözümü de fotoğrafçılıkta buluyor.
Suç/Suçlu
Suç/Suçlu
“Tanrı Kent” suç potansiyeli olarak hayli göze çarpan bir yer. Zira,uyuşturucudan, silah işine çeteciliğe kadar her türlü dümen çevriliyor. Suçlu yaşları ise hayli düşük, hatta küçüklerin oluşturduğu bir çete bile var. En az diğerleri kadar tehdit edici olan bu çetenin, en büyük tutkuları ise çalmak, yağmalamak.
Büyük Savaş
Küçük Ze için işler yolunda giderken, en yakın dostunun doğum gününde gelişen olaylar,ardından patlak veren sorunlar derken Rio hiç görmediği büyüklükte bir suç savaşına şahit oluyor. Her gün ölen gençler, polislerin bu durum karşısında eli kolu bağlı oturması, daha nice olay Rio’yu deyim yerindeyse kan gölüne çeviriyor.
Anlatıcı Kullanımı
Sinemada anlatıcı kullanmak aslında zor bir iş. Lakin “Tanrı Kent” bunu da iyi başarıyor. Bence anlatıcının başarısında en büyük etki, onun olayları birebir yaşamasından ziyade “Tanrı Kent” te suça bulaşmamış, kendini kurtarabilmiş nadir insanlardan olması. Bir nevi güven meselesi yani, biz anlatıcıya ne denli güvenirsek, filme o denli adapte oluruz.
Büyük Savaş
Küçük Ze için işler yolunda giderken, en yakın dostunun doğum gününde gelişen olaylar,ardından patlak veren sorunlar derken Rio hiç görmediği büyüklükte bir suç savaşına şahit oluyor. Her gün ölen gençler, polislerin bu durum karşısında eli kolu bağlı oturması, daha nice olay Rio’yu deyim yerindeyse kan gölüne çeviriyor.
Anlatıcı Kullanımı
Sinemada anlatıcı kullanmak aslında zor bir iş. Lakin “Tanrı Kent” bunu da iyi başarıyor. Bence anlatıcının başarısında en büyük etki, onun olayları birebir yaşamasından ziyade “Tanrı Kent” te suça bulaşmamış, kendini kurtarabilmiş nadir insanlardan olması. Bir nevi güven meselesi yani, biz anlatıcıya ne denli güvenirsek, filme o denli adapte oluruz.
Gerçek Hikâyelerin Dramatikliği
Filmin edebi bir uyarlama olduğundan bahsetmiştim. Kitabında gerçek yaşanan olaylardan yola çıkılarak neredeyse birebir yazıldığı dolayısıyla filminde bu çerçevede olduğunu söylemeliyim. Gerçek hikayelerin, sinemaya yansıması eğer ortada iyi bir öykü anlatımı da varsa seyirci için büyük bir nimettir. Sonuçta filmler,gerçek hayatı yakalamaya çalışır ve eğer zaten olmuş olayları tüm çıplaklığıyla yansıtıyorsa inandırıcılık konusunda sorun yaşamaz. Ortadaki dramatik etkide bir kat daha artar. Kanımca “Tanrı Kent” in sevilmesinin başka bir nedeni de, buz gibi gerçekliğinin yaşanan şeylere dayanmasında yatıyor.
Final
Büyük savaş tüm hızıyla devam ederken, baştan beri beklediğimiz sona doğru ilerliyoruz…Şaşırtıcı olan filmin finalinin aslında hiçte öyle umulmadık olmamasına rağmen, bizde bıraktığı etki…Küçük Ze’nin yaptıklarına, hatta suçlu olmayı istemesini bilmemize rağmen, çevre şartlarının farkında olmamız ve ne olursa olsun ölüme duyduğumuz saygı bu etkiyi yaratmış olabilir.
Oyunculuklar
Kadronun büyük bir kısmı amatör. Gerçekten orada yaşayan insanlardan da oyuncular seçilmiş. Önceleri bana korkutucu gelen, bir dezavantaj gibi görünen bu durum Meirelles yönetiminde bir avantaja dönüşüyor. Film bittiğinde, bu işi profesyonellere bırakmamaları iyi olmuş dediğimi hatırlıyorum. Gerçektende doğallıkları, amatör ruhları büyük bir artı olarak filme yansımış.
Son Söz
Temiz kalmanın çok zor olduğu, polislerin rüşvetle her şeye göz yumduğu, her an ölümü hissettiğimiz “Tanrı Kent”e hoş geldiniz…
Filmin edebi bir uyarlama olduğundan bahsetmiştim. Kitabında gerçek yaşanan olaylardan yola çıkılarak neredeyse birebir yazıldığı dolayısıyla filminde bu çerçevede olduğunu söylemeliyim. Gerçek hikayelerin, sinemaya yansıması eğer ortada iyi bir öykü anlatımı da varsa seyirci için büyük bir nimettir. Sonuçta filmler,gerçek hayatı yakalamaya çalışır ve eğer zaten olmuş olayları tüm çıplaklığıyla yansıtıyorsa inandırıcılık konusunda sorun yaşamaz. Ortadaki dramatik etkide bir kat daha artar. Kanımca “Tanrı Kent” in sevilmesinin başka bir nedeni de, buz gibi gerçekliğinin yaşanan şeylere dayanmasında yatıyor.
Final
Büyük savaş tüm hızıyla devam ederken, baştan beri beklediğimiz sona doğru ilerliyoruz…Şaşırtıcı olan filmin finalinin aslında hiçte öyle umulmadık olmamasına rağmen, bizde bıraktığı etki…Küçük Ze’nin yaptıklarına, hatta suçlu olmayı istemesini bilmemize rağmen, çevre şartlarının farkında olmamız ve ne olursa olsun ölüme duyduğumuz saygı bu etkiyi yaratmış olabilir.
Oyunculuklar
Kadronun büyük bir kısmı amatör. Gerçekten orada yaşayan insanlardan da oyuncular seçilmiş. Önceleri bana korkutucu gelen, bir dezavantaj gibi görünen bu durum Meirelles yönetiminde bir avantaja dönüşüyor. Film bittiğinde, bu işi profesyonellere bırakmamaları iyi olmuş dediğimi hatırlıyorum. Gerçektende doğallıkları, amatör ruhları büyük bir artı olarak filme yansımış.
Son Söz
Temiz kalmanın çok zor olduğu, polislerin rüşvetle her şeye göz yumduğu, her an ölümü hissettiğimiz “Tanrı Kent”e hoş geldiniz…
Gerçekçi bir yapım, yoğun sinemasal dil, edebi uyarlama seviyorsanız doğru yerdesiniz...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)